Taşa Yazılan Sessizlikten, Dijital Uçuruma

- Telegram
Tarih dediğimiz şey, aslında insanın birbirine ne söylediğinin hikâyesidir.
Birbirini anlamaya çalışan, derdini anlatmak için şekiller çizen, sesini duyurmak için çareler arayan bir insanlık…
İletişimin serüveni, bir bakıma insanlığın kendini var etme mücadelesidir.
Ve şimdi dönüp baktığımızda, bu serüvenin en ileri noktasında, en büyük yalnızlığı yaşıyor gibiyiz.
Bir zamanlar insanlar duvarlara resimler çizdi.
Bir geyiğin peşinden koşan avcıyı, ateşin sıcaklığını, doğanın diliyle anlatılan bir korkuyu…
Belki de ilk "haber" oydu.
Taşa çizilen bir iz, mağara duvarına kazınan bir mesaj.
İnsanlık iletişimle büyüdü.
Söz doğdu, yazı geldi.
Kil tabletler, papirüsler, dumanla haber, güvercinle mektup...
Her yeni çağ, iletişimi bir adım ileri taşıdı.
Mektup geldi, sonra telgraf. Telgrafın tıkırtısı, uzak bir sesin yakına gelişi gibiydi.
Telefonla ses, radyoyla haber, televizyonla görüntü…
İnsanlık artık uzakları yakın edebiliyordu.
Ve sonra…
Bir tıkla dünyanın öbür ucuna ulaşır olduk.
E-postalar, mesajlar, görüntülü konuşmalar.
Bilgi akıyor. Ses, görüntü, veri… hepsi elimizin altında.
Ama garip bir şey oldu:
Bu kadar kolay haberleşebildiğimiz bir çağda,
Birbirimizden bu kadar kopmamıştık hiç.
Artık konuşmalar kısa:
"Napıyorsun?", "Neredesin?", "Hadi görüşürüz."
İletişim var, ama derinlik yok.
Bir çağrının yerini “çevrimiçi” ışığı aldı.
Toplantılar ekranda, göz teması yok.
Mektupların yerini bildiriler aldı, duyguların yerini emojiler.
Duvarlara yazı yazma işi kaldı belki de liseli aşıklara…
Ama bir farkla: Onlar en azından hâlâ bir iz bırakmaya çalışıyor.
Atalarının izinden gidip taşa, betona bir cümle yazıyorlar belki.
Bizse, dijitalde silinen izlerin peşindeyiz.
Şimdi yapay zekâ var.
Her şeyi o yapıyor. Yazıyor, çiziyor, haber veriyor, çeviri yapıyor, cevap veriyor…
Biz ne yapıyoruz?
İzliyoruz.
Komut veriyoruz.
Tembelleşiyoruz.
Bir zamanlar iletişim için çabalayan insanoğlu,
Bugün kendi dilini unutur oldu.
Ve o ilk çizilen mağara resmi…
Bugün bir algoritma tarafından yeniden çiziliyor.
Ama o resimde insanın ruhu yok artık.
Sadece veri var.
Yapay olan bir “zeka”, ama insan olmayan bir his.
Sahi…
Biz bu kadar gelişmişken, nasıl bu kadar yavanlaştık?
Sözcüklerimizi kaybettik, bakışlarımızı unuttuk, sesimizi bastırdık.
Yapay zekâ bizim yerimize konuşuyorsa...
Biz ne zaman susmaya başladık?
Ve daha önemlisi:
Ne zaman insan olmaktan vazgeçtik?
Taşta Başlayan, Sessizlikte Biten
Bir zamanlar insanlar,
Duvarlara resimler çizerdi.
Bir avın heyecanı,
Bir çığlığın gölgesi,
Bir sevdanın sessizliği…
Taşa işlenen ilk kelimeydi belki de.
Sonra söz geldi.
Yazı geldi.
Dumanla selam salındı göğe,
Güvercinle umut bırakıldı uzaklara.
Telgraf tıkırdadı,
Telefon ses verdi.
Radyo anlatmaya başladı,
Televizyon göstermeye.
Derken dünya bir tuşa sığdı.
Bir “gönder” butonuyla
Bir kutuptan diğerine
Işık hızında mesajlar aktı.
Ama…
Gözler birbirine bakmamaya başladı.
Diller konuşsa da,
Kalpler susmayı öğrendi.
“Napıyorsun?”
“Neredesin?”
“Hadi görüşürüz.”
Cümleler kısa,
Anlamlar eksik,
Zihinler yorgun.
Bir zamanlar taşlara kazınan sözler,
Şimdi ekranda kayboluyor.
Sonsuz bilgi içindeyiz ama
Birbirimizi bulamıyoruz.
Ve bugün…
Yapay zekâ yazıyor, çiziyor, söylüyor.
Biz sadece bakıyoruz.
Bir zamanlar konuşmak için savaş veren insanlık,
Artık sessizliğe teslim.
O ilk mağara resmi,
Bir algoritmanın ellerinde yeniden doğuyor.
Ama içinde ne bir soluk,
Ne bir gözyaşı,
Ne de bir yürek var.
Peki ya biz?
Ne zaman kendimiz olmaktan çıktık?
Ne zaman kelimelerimizi bir yazılıma bıraktık?
Ne zaman sustuk?
Ve en acısı:
Sustuğumuzu bile fark etmedik.