Reklam

DARBELER SADECE TANKLARIN GÖLGESİ Mİ?

DARBELER SADECE TANKLARIN GÖLGESİ Mİ?
Paylaş
  • Linkedin
  • Pinterest
  • Whatsapp
  • Telegram
  • Reddit
A+ A-

Türkiye’de demokrasinin tarihi, sandıkla gelenlerin sandığı anlamsızlaştırdığı, iktidarın muhalefeti yok saydığı ve sonunda da ordunun devreye girdiği bir kısır döngüdür. Bu döngünün ilk ve en çarpıcı örneği 27 Mayıs 1960 darbesidir. Sabah tanklar sokaklara indiğinde, deyim yerindeyse sahnede ordu vardı. Ama perde arkasında, demokrasiyi çoğulculuktan çoğunlukçuluğa indirgeyen Demokrat Parti'nin uygulamaları duruyordu.

Adnan Menderes (ve Millî Mücadele kahramanlarından Celal Bayar) liderliğindeki DP, 1950’de halkın büyük teveccühü ile iktidara geldi. Ancak 1954’ten sonra meclis çoğunluğunun sağladığı rahatlık, iktidarı adım adım otoriterleştirdi. Basına sansür, muhalefete baskı, yargıya müdahale ve Tahkikat Komisyonu, en son Vatan Cephesi gibi kurum ve uygulamalarla adeta “çoğunluk da benim, hukuk da benim” anlayışı hâkim oldu. Böyle bir ortamda darbenin gelmesiyse ne yazık ki sürpriz olmadı. Bu noktada darbeyi sadece askerin hırsı olarak yorumlamak kolaya kaçmak olur. Menderes iktidarı, siyasi hoşgörüyü yok ederek darbenin zeminini bizzat kendisi hazırladı. Dahası darbeci cunta kendini ülkenin kurucularıyla aynı düzeyde görmüş olacak ki 27 Mayıs, 1980 yılına kadar Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlandı bu memlekette! (Yazarın Notu: Bendeniz de o yıllardaki adı 27 Mayıs İlkokulu olan ve doksanlı yıllara değin bu isimle eğitim veren, sonradan Milli Egemenlik İlkokulu’na dönüşen okulda okudum.)

Ne var ki, 27 Mayıs’la başlayan bu müdahale geleneğizamanla bir norm hâline dönüştü. 12 Mart 1971’de, bu kez muhtıra biçiminde gelen müdahaleye, bilinen odaklarca kışkırtılan sokaklardaki sağ-sol çatışması bahane edildi. Siyaset kurumu ise çözüm üretmek yerine, kutuplaşmayı besledi. 12 Eylül 1980 darbesi ise bu kutuplaşmanın zirveye çıktığı anda geldi. Ancak bu kez ordu, sadece hükümeti değil, toplumu da dizayn etmeye soyundu. Anayasa’dan eğitime, sendikalardan medyaya kadar her şey militarist bir mantıkla yeniden şekillendirildi. Sivil ve örgütlü toplumun üzerinden sadece tanklarla değil adeta silindirle geçildi.

28 Şubat 1997 ise tankların değil, brifinglerin gölgesinde ilerleyen bir post-modern darbe olarak hafızalara kazındı. Dönemin Refah-Yol iktidarının toplumu kutuplaştıran söylemleri, “irtica” gerekçesiyle fırsat kollayan vesayet odaklarına altın bir fırsat sundu. Yine aynı kısır döngü: İktidarın gerilim siyaseti, darbecilere zemin hazırladı.

Ve son olarak, 15 Temmuz 2016… Bu kez darbenin şekli farklıydı ama özünde aynıydı. Fethullahçı Terör Örgütü FETÖ’nün orduya ve kurumlara sızması, yıllarca devlet içinde devlet oluşturmasına müsamaha gösterilmesi, iktidarların bu yapıyla olan ilişkileri… (Örneğin rahmetli Bülent Ecevit’in “hocaefendi” sıfatıyla anılan bu CIA maşası ile ilişkisi bir dönem hayli sıcak ve yakın sayılabilecek düzeyde idi). Tüm bunlar, gecikmiş bir yüzleşmenin faturası olarak milletin üzerine mermi ve bomba olarak yağdı.

Türkiye’deki darbeler tarihine bakınca net olarak görülenşu: Asker apoletlerini çıkarmadan siyasete soyunarak her zaman yanlış yaptı. Ama siyaset de eylemleri ile askerlerin önün açarakkendi çöküşünü hazırladı. Özellikle Demokrat Parti’nin uygulamaları, sadece 27 Mayıs’ın değil, sonraki müdahalelerin de meşruiyet tartışmasına malzeme sundu.Demokrasi, yalnızca sandığa indirgenemez. Basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve siyasi hoşgörü yoksa, seçimler otoriterliğin kılıfına dönüşür.

Bugün geçmişle yüzleşmenin tek yolu, sadece darbecileri değil, onlara fırsat tanıyan siyasal zihniyeti de sorgulamaktan geçiyor. Türkiye, artık bu sarmaldan çıkmak zorunda. Bunun da yolu siyaset kurumunu etik kurallar çerçevesine kökten değiştirmekten geçiyor.

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.