IŞIKLAR, KAMERA ve ETİK

- Telegram
Daha önceki yazılarımdan birinde başrolünde Al Pacino’nun oynadığı Scent of a Woman (Kadın Kokusu) adlı bir filmden bahsetmiş ve zaman zaman yine böyle film değerlendirmeleri yapacağım konusunda söz vermiştim. Bu yazıda da sizi bir başka etkileyici filme, The Truman Show’a götürmek istiyorum.
Bazen bir filmin ardında yatan fikir, beyazperdede gördüğümüzden çok daha sarsıcıdır. 1998 yapımı The Truman Show da işte tam olarak böyle bir yapıt. Yüzeyde izleyiciyi güldüren, hüzünlendiren bir “gözetlenme hikâyesi” izliyoruz. Ancak biraz daha dikkatle izlediğimizde ortaya çıkan tablo, sadece Truman’ın değil, bizlerin de ne kadar izlendiğini sorgulatıyor.
Peter Weir’in yönettiği bu filmde Truman Burbank, doğduğu andan itibaren bir televizyon şovunun başrolü yapılıyor. Sahte bir kasaba, oyunculardan oluşan bir çevre ve devasa bir stüdyo... Ama en önemlisi, özgür iradesinden habersiz bir adam.
Pek bilinen bir şey değil ama The Truman Show, ABD’de 90’larda yaygınlaşmaya başlayan reality show çılgınlığına doğrudan bir eleştiriydi. İlginçtir ki, Andrew Niccol tarafından en başta kaleme alınan senaryo, karanlık bir bilimkurgu atmosferindeydi. Truman, ilk versiyonda New York gibi bir metropolde yaşıyordu; filmdeki gibi pastel renkli Seaheavenkasabasında değil. Yapımcılar, karanlık tonları bir kenara bırakıp izleyiciyi büyüleyen “cennet şehir” atmosferini tercih etti. İyi ki de öyle tercih ettiler. Böylece filmin ironisi biraz daha derinleşmiş oldu: Ütopya* gibi görünen dünya aslında tam bir distopyaydı.*
Bu sahte kasabayı izlerken, ister istemez Göynük’teki yaşam aklına geliyor insanın. Sokakta yürürken herkesin birbirini tanıdığı, selamlaştığı, bazen merakla göz ucuyla izlediği o küçük yer algısı... Bir bakıma Truman’ın yaşadığı dünya da buna benziyordu. Herkesin birbirini tanıdığı ama kimsenin gerçeği tam olarak bilmediği bir düzen. Fark sadece şu: Truman hiçbir zaman seçme hakkına sahip olmadı. Peki ya biz?
Bugün etik değerler üzerine fikir beyan edildiğinde 30 yıla yaklaşan geçmişi ile The Truman Show hâlâ güncelliğini koruyor. Gerçeklik ile kurgu arasındaki çizginin silikleştiği bir çağda, Truman’ın hayatı bize şu soruyu sorduruyor: “İzleme hakkımız, başkalarının mahremiyetinden daha mı değerli?” Ne yazık ki çoğu zaman sorunun yanıtını, adına seyir zevki denilen şey belirliyor.
Bu filmle birlikte psikoloji literatürüne bir sendrom bile eklendi: The Truman Show Delüzyonu. Bazı insanlar, tıpkı filmin kahramanı Truman gibi hayatlarının gizli kameralarla izlendiğine inanıyor. Komik gibi görünse de bu, modern zaman bireylerinin ne kadar kırılgan hale geldiğinin bir göstergesi.Çünkü artık biz, izlenmekten rahatsız olmuyor, aksine onay bekliyoruz.
Gerçeklikten kaçmanın ya da onu eğlenceye dönüştürmenin bedeli yalnızca kurgu dünyasında değil, gerçek hayatta da ödeniyor. Bugün sosyal medyada kendimizi sürekli beğenilere sunarken, “gerçekliğimizi” pazarlamaya başladık. Oysa Truman’ın yaptığı gibi, dekorun ucundaki “arka kapıyı”aralayabilme cesaretine ihtiyacımız var ve maalesef biz bu ihtiyaçtan habersiziz.
Belki de film boyunca Truman’a hayat veren Jim Carrey’nin yüzünden eksik olmayan o masum gülümsemenin ardında yatan gerçek, Truman’ın değil bizim özgürlüğümüzün bir metaforudur. Ve o unutulmaz cümle, günümüzde artık daha güçlü bir yankı uyandırıyor: “Günaydın! Ve eğer görüşemezsek, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler!”
Peki spot ışıkları ve kameralar önündeki özgürlük ne kadar gerçek sizce?
* Ütopya : Herkesin mutlu, yaşamın getirdiği sıkıntılardan ve olumsuz duygulardan uzak olduğu bir evren anlamına gelir.
Distopya : Ütopyanın karşıt anlamında kullanılır. Bireyin,sistemin dayatmalarına maruz kalıp çöküş yaşadığı ve olumsuz duygulardan asla kurtulamadığı ya da bu olumsuz duygulardan kendi isteğiyle kurtulamadığı bir evreni anlatır.